1937 yılının son günleri yaşanıyordu… Kaplıca personelinin başhekiminden hizmetlisine kadar diken üzerinde olmasının nedeni, sadece Atatürk’ü ağırlamanın heyecanı değildi elbette… Atatürk, bir süredir hastaydı ve bir türlü geçmeyen halsizliklerden şikayetçiydi… Halsizlikten öte, şiddetli kaşıntıları Ata’yı çileden çıkartıyor, bazan sinirlerinin iyice gerilmesine neden oluyordu.
Berger’in odasına apar topar giren hizmetlinin kendisi kadar sesi de telaşlıydı:
-Başhekim bey, Başhekim Bey… dedi… Atatürk’ün hemen sizi çağırttığı söylendi…
-Aman Allahım! diye karşılık verdi Başhekim… Önemli bir şey olmasın?
Hizmetli omuzlarını yukarıya doğru kaldırıp dudaklarını büktü:
-Gayri bilmem önemli olup olmadığını, bana git başhekimi çağır Atatürk istiyor dediler…
İki aya yakın bir zamandır Atatürk buradaydı ve başhekimi ilk kez bu şekilde acil olarak çağırtıyordu.
Başta halsizlik olmak üzere çeşitli rahatsızlıklardan şikayet eden ama, bir türlü sıkıntısına teşhis konulamayan Atatürk, doktorların tavsiyesi üzerine Yalova’daydı. Kendisine burada istirahatin ve kaplıca kürlerinin iyi geleceği söylenmiş, o da bu tavsiyeye uymuştu…
Başhekim koşar adımlarla Ata’nın yanına gittiğinde O, kürünü yapmış, bornozuyla istirahat ediyordu… Elinde yeni yaktığı sigarası vardı… Derin bir nefes çektikten sonra ağzından dumanları savurarak başhekime:
-Çocuk! dedi… Bir müddetten beri kaşıntılardan çok rahatsızım…
Başhekim son derece nazik, saygılı ama biraz da çekingen bir tavırla Ata’ya cevap verdi:
-Efendim müsaade buyurursanız, sizi önce bir muayene edeyim…
Atatürk bir süre, doktora baktı… Muayene olmak hiç sevmediği hallerden biriydi… Bu nedenle doktorlar ona “muayene” teklifi yapmaya bile çekiniyorlardı. Elindeki sigarayı söndürdükten sonra:
-Peki.. dedi… Muayene olalım bakalım ne değişecek… Doktor, ondan odadaki yatağa uzanmasını istedi. Atatürk, bu isteği hiç itiraz etmeden yerine getirdi.
Sonra yirmi dakika kadar biribirleriyle hiç konuşmadılar. Belger, bu fırsatı değerlendirdi. O’nun bütün vücudunu kontrol etti. Bacaklarında kaşıntıdan dolayı yer yer tahrişler vardı. Eliyle Atatürk’ün karaciğerini uzun uzun yokladı. Karaciğer, kosta (kaburga) kemiğini üç-dört parmak geçmiş ve sertleşmişti. Bu iyi bir durum değildi. Doktor muayenesini bitirdiği zaman Atatürk sordu:
-Nedir durum, bir teşhis koyabildiniz mi?
Doktorun canı sıkılmıştı.
-Efendim, kanaatimce bu kaşıntıların sebebi tamamen yemekle ve içmekle ilgilidir. Karaciğerinizde biraz büyüme var. Sebep budur… diyebildi.
Atatürk gülümsedi… Doktoru imtihan etmek ister gibi “Bundan kati olarak emin misiniz?” dedi…
Doktor başını sallayarak onayladı ve, “Evet efendim… Yemenize içmenize dikkat etmemiz gerekiyor” cevabını verdi.
Atatürk onun söylediklerini tekrarladı… “Demek yememize içmemize dikkat etmemiz gerekiyor”
Hasta olduğuna inanmak istemiyordu… Öyle bir doktor “perhiz yap” deyince bütün hayatını değiştiremezdi… Böyle düşündü… İstanbul’dan Prof. Dr. Neşet Ömer’i çağırttı ve ona da muayene oldu… Ama değişen birşey yoktu, teşhis aynıydı… O da Atatürk’e, karaciğerinin biraz büyüdüğünü söylemiş, yeme içme konusunda bazı rejimler tavsiye etmişti. İki doktor da alkolün Atatürk’ün vücudunda yaptığı tahribatı anlamışlardı… Ancak kimse ona direkt olarak “Alkolü bırakacaksınız” diyemiyordu… Neşet Ömer durumu kısaca Ata’ya şöyle izah edecekti:
-Efendim, meslektaşımın da zat-ı alinize arz ettiği gibi karaciğerde bir büyüme vardır. Buna alkolün neden olduğu bilinmektedir. Bir süre müsadelerinizle perhiz uygulamak arzusundayız. Bunun sizi iyi edeceğinden şüphem yoktur!
Atatürk’ün ince dudaklarında hafif bir gülümseme oldu… Ama birşey söylemedi… O anda yanında bulunanlar, doktor Neşet Ömer’in “İyi olacaksınız” ifadesinin onu memnun ettiğini ve hatta rahatlattığını düşündüler…
Yalova’da iki doktorun tavsiye ettiği sıkı rejim, bir çok zorluklara rağmen uygulanmaya hemen başlanmıştı. Ama Atatürk çok alıngan olmuştu, kolay sinirleniyor, her söylenenin ardında başka anlamlar arıyordu… Buna rağmen yeme içme konusundaki doktor tavsiyelerine uyuldu…
Sıkı rejim bir-iki gün içerisinde Ata’nın vücudunda olumlu etkiler göstermişti… En başta onu çok rahatsız eden kaşıntıları azalmış, Ata biraz olsun rahatlamıştı. Bu olumlu gelişmeden memnun olan doktorlar Atatürk’e durumu izah ederlerken “Söylediğimiz gibi efendim. Perhiz işe yarıyor. Devam etmemiz son derece faydalı olacaktır” diyorlardı… Ama iki doktor da bu durumun bir sonun başlangıcı olduğunu anlamışlardı… Atatürk amansız bir hastalığın pençesinde hızla ölüme doğru gidiyordu… Bu onun karaciğerinin büyümesi konusunda konan ilk teşhisti… Tedavi zor, hatta imkansızdı… Gün be gün hastalığın seyri kötüleşecekti. Bu hastalık kamuoyuna ayrıntıları ile açıklanmasa da, artık Ata’nın kurtuluşu olmadığı en azından yakın çevresi tarafından biliniyordu…
Ama kısa süre zarfında Ata’nın sağlık durumunun iyi olmadığı kulaktan kulağa yurda yayılacaktı. Gerçi kimse onun ölümcül bir çıkmaz içinde bulunduğuna inanmayacak, Atatürk ve ölümü yanyana koyamayacaktı. Ancak büyük kurtarıcı sona adım adım yaklaşıyordu. Doktorlar da ümitsizlerdi… Kendi aralarında istişareler yapıyorlar fakat, çaresizlik içinde olduklarını gayet iyi biliyorladı. Hastalığın ölümcül olduğu halk arasında duyulduğunda ise, doktorların aksine Türk halkı mucizevi bir gelişme olacağına ve Atatürk’ün kurtulacağına inanıyordu. Ne de olsa o mucizelerin adamıydı ama, yine de dev bir hüzün dalgası ülkede yayılmaya devam ediyordu… Eylül ve Ekim aylarında ise artık Atatürk hakkında basına sızan haberler hiç de iç açıcı değildi. Türk halkı bekledikleri o mucizenin gerçekleşmediğini görüyor, Atatürk’ünü kaybedecek olmasının derin hüznüyle yanıp tutuşuyordu…
Ölüme adım adım…
1938 yılı Kasım ayının ilk günleri Atatürk, artık ölüme saat saat yaklaşıyordu. Yüzü sapsarıydı. Bir mum gibi erimişti… Kollarını, hatta parmaklarını bile hareket ettirmekte büyük zorluk çekiyordu. Uzun bir zaman “Allah’tan ümit kesilmez” diyen doktorları da artık durumun ümitsizliğini dillendirir olmuşlardı… Soranlara, derin bir acı içerisinde “Ölüyor” demekten başka birşey söyleyemiyorlardı… Gerçekten de Atatürk’ün yaşaması için en küçük bir şansı kalmamıştı…
ATATÜRK’ÜN GENEL SAĞLIĞI
Atatürk esasen sağlam bünyeli bir yapıya sahipti. Çocukluğunda, “mutad çocukluk hastalıkları”ndan başka ciddi bir rahatsızlık hiç geçirmemişti. 20 yaşlarında sol böbrek ağrılarından şikayet ediyordu. Yapılan muayenelerinde böbrek ve böbrek yollarında iltihap tesbit edilmişti. Bu rahatsızlığı Mustafa Kemal’i hayli uğraştıracak, bir buçuk yıl gibi bir zaman içerisinde tedavisi ancak tamamlanacaktı.
Kıdemli Yüzbaşıyken Trablusgarp’a gitmiş ve İtalyanlar’a karşı savaşmıştı. Burada ciddi bir göz rahatsızlığı geçirmişti. Dr. Tali Öngören kendisini güçlükle ikna ederek Kızılay Hastanesi’nde tedavisini sağlamıştı. 1. Dünya savaşında Çanakkale’de cephede ise tam kalbi hizasına bir mermi parçası çarpmış ancak, Harbiyeden mezun olurken kendisine hediye edilen Omega marka saat hayatını kurtarmıştı. Anafarta Savaşı sırasında ise bir akciğer iltihabı nedeniyle yatağa düş müş, bu nedenle kendisinin planladığı zaferin son günle rini görememişti. Arkadaşlarının büyük ısrarı ile görevini Fevzi Paşa’ya devrederek İstanbul’a dönmüştü. 2. Ordu’ya vekaleten komuta ettiği 1916 yılında, ordusuyla çetin bir yürüyüşten sonra yine hastalığı nüksetmiş, ateşler içerisinde yatmıştı. 1918 yıllarında yine böbrekleri Mustafa Kemal’i yatağa düşürmüştü. 1919 yılında bu kez kulağı rahatsızlanan Atatürk, herşeye rağmen Samsun’a gitmiş, ancak limana adım atar atmaz böbrek ağrılarıyla kıvranmaya başlamıştı. Böbrek ağrıları dinmek bilmeyen Atatürk yine arkadaşlarının ısrarlarına dayanamayıp 25 Mayıs’tan 12 Haziran’a kadar dinlenmiş, bu istirahat ona Kurtuluş Savaşı sırasında güç vermişti. Böbrek hastalıkları onu yaşamının sonuna kadar rahatsız etmeyi sürdürecekti. 1921 yılında sol yanağında büyük bir çiban çıkmış, iltihap cerrahi bir müdahale ile alınmıştı. 1921 yılında Sakarya Savaşı’nda atından düşerek kaburgalarını kırmış ama, cephedeki görevini büyük acılarla sürdürmüştü. 1923 yılında ise Cumhurbaşkanı iken kalp krizi geçirmiş. Atatürk bunu önemsememiş ancak doktorları kesin istirahat tavsiye etmişti. Atatürk 1928 yılına kadar bir kaç kez daha enfarktüs geçirecekti. Ancak doktor tavsiyelerine uymuyor, kendisini yoruyor ve gerektiği gibi rejim yapmıyordu. Kalp, böbrek ve akciğer hastalıkları Ata’nın hiç yakasını bırakmayacak ve sonunda bunlara karaciğer rahatsızlığı da eklenecekti.
Atatürk’ün hiç ciddiye almadığı “ciddi” hastalıkları sık sık kendisini yoklasa da o hep “geçer” diyordu. Ama 1936 Kasımından itibaren genel sağlığı gerçekten artık onun yaşamını kısıtlamaya başlamıştı. O dönemlerde sık sık burun kanamaları geçiriyor, kendisinde ayakta duracak derman bulamıyordu. Ardından kaşıntılar başlayacaktı. Tedavi için gittiği Yalova’da Dr. Berger tarafından ilk kez kendisine Siroz teşhisi konacak ancak bu durum o dönemde kendisinden saklanacaktı.
Atatürk son yıllarında ve özellikle 1936’dan sonra sık sık yorgun düşüyor, bir kenara geçip uyuyordu. Yakalandığı amansız hastalık onu bitkin düşürüyordu. Onun yanısıra, gençliğinden beri böbrekleri ve ciğerleri de sık sık onu yokluyordu. Bütün bunlar ona cephelerde kahramanca geçirdiği bir ömrün hediyesiydi.
Pembe Köşk, Türkiye Cumhuriyeti 2. Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün 1925’ten 1973’te ölümüne kadar 48 yıl yaşadığı, halen müze olarak varlığını sürdüren bir yapıdır. Cumhuriyet Tarihi nin en önemli mekanlarından biridir.
Ankara’nın en eski evlerinden biri olan Pembe Köşk, Atatürk’ün başkanlık ettiği toplantılara, 22 Şubat 1927’de gerçekleşen Ankara’nın ilk balosuna, şehirdeki ilk konserlere, ilk sergilere, bilimsel toplantılara, satranç, bilardo, ata binme yarışlarına ev sahipliği yapmıştır. Bahçesinde Ankara’nin havasına uygun çiçek ve ağaç yetiştirme denemeleri yapılmıştır. İnönü Vakfı tarafından Müze-Ev olarak düzenlenen Pembe Köşk her yıl milli bayramlarda ziyarete açılmaktadır. Pembe Köşk’te İnönü ailesine ait eşya, madalyalar, Atatürk ile yemek yedikleri oda, Ismet İnönü’nün Atatürk ile bilardo oynadığı masa, İsmet İnönü’nün sahra dürbünü, satranç masası, silahlar, üniformalar sergilenmektedir. Köşkün üst yanındaki ağaçlık alanda İsmet İnönü’nün ve eşi Mevhibe İnönü’nün birlikte bir heykelleri, köşkün karşısındaki parkta ise heykeltraş Mine Sunar tarafından yapılan 4,5 metre boyunda, 3 ton ağırlığında bir İnönü heykeli yer alır.
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.