“Bugün İzmir yarın Constantinapol”!
İzmir’in işgal edilmesi, Rumlar arasında inanılmaz bir ümit yaratmıştı. “Bugün İzmir, yarın Constantinapol” diye bağırışıyorlar, bunu da Türkler’in gözünün içine baka baka yapıyorlardı. Burlar oysaki Türkler ile yıllar ve yıllar iç-içe yaşamışlar, Türkler ile akrabalık kuranları dahi olmuştu. Ama bu gün artık bambaşka insanlara dönüşmüşlerdi. Türk kanı dökmek için adeta yarışacaklardı. Dün, bir kap yemeği paylaştıkları Türk komşularını, bugün “Yunan Düşmanı” diye ihbar edeceklerdi. Şaşırmamak, kızmamak elde değildi.
Vali İzzet Paşa, bu telgrafı da Saray’a göndermiş, ancak hiçbir cevap alamamıştı. Anlaşılan Vahdettin ve Hükümet de, durumu kabullenmişlerdi. Zaten böyle bir notaya saray nasıl bir cevap verebilecekti ki? Tam da o sıralarda Vahdettin, Sadrazam Damat Ferit ile durumu değerlendiriyordu. Sultan Damat’a şunları söylüyordu:
-İmzaladığımız antlaşma gereği bunları yapacaklar! Eğer biz buna izin vermez isek; Osmanlı diye bir şey ortada bırakmayacaklar. Hiç değilse şimdi, bir karış toprakta da olsak, hanedanlığımızı sürdürebileceğiz. İzmir’in işgali sırasında bir karşı çıkma olmaması hepimizin hayrınadır. Dua edelim, her şey yolunda gitsin!
YUNANLI EGE’DE HAK İDDİA EDİYOR!
Yunan Kuvvetleri’nin İzmir’e çıkmasına 18 Ocak 1919 günü Paris’te karar verilmişti. İtalya bu fikrin karşısındaydı. Ancak ABD, İngiltere ve Fransa’nın desteği, Yunanlılar’ın İzmir’i işgal etmelerinin önünü açmıştı. Bu ısrarlı politikanın sebebi aslında gizli anlaşmalarda saklıydı.
Birinci Dünya Savaşı devam ederken, boğazların idaresi gizli bir anlaşma ile Rusya’ya verilmişti. İngiltere yine gizli anlaşmalarla Ege ve Akdeniz Bölgelerini İtalya’ya vermekte bir sakınca görmemişti. Buradaki mantık Rusların daha da aşağılara inmesini engellemek ve Rusya’nın altına kuvvetli bir İtalya’yı durdurucu olarak kullanmaktı. Ancak Rusya’nın savaştan çekilmesi, boğazlara İngiltere’nin yerleşmesine neden oldu. Bu durumda İngiltere artık güçlü İtalya’yı etrafında istemiyordu. Bu nedenle öteden beri, Ege için iştahlanan Yunan Devletini kışkırtmaya başlamış, Yunanistan’ın Paris Barış Konferansı görüşmelerine Ege’de hak sahibi olduklarına dair, verilerle katılmalarını istemişlerdi.
Yunanlılar İngilizler’in de desteği ile öyle iddialar hazırlamışlardı ki; Paris Konferansı’na katılan hiçbir devlet, Yunanlılar’ın Ege’ye çıkmasına ret oyu veremedi. Hatta bir an önce bunun yapılması konusunda ısrarcı ve hemfikir oldular!
Peki; Yunanistan’ın düzmece iddiaları neydi? İpe sapa gelmez iddiaların başında bölgenin yüzde 60’ının Hristiyan yüzde 40’ının da Müslüman olduğu idi. Ve Yunanlılara göre, Hristiyanlar Müslümanlar tarafından eziliyor, horlanıyor, ikinci sınıf insan muamelesi görüyorlardı. Geceleri evleri basılıyor, aşağılanıyorlar, dövülüyorlar ve hatta öldürülüyorlardı. Öyle abartmışlardı ki; ölenlerin sayısının belirsizliğini de iddialarına eklemişler, özellikle Rumlar’ın bu kötü durumdan çok mustarip olduğunu öne sürmüşlerdi.
Bu iddilar Paris görüşmelerinde o kadar kolay ve çabuk kabul görmüştü ki; Yunanlılar bile şaşırmışlardı. Oysa, İzmir’de yaşananlar konusunda hiçbir fikirleri yoktu. Levantenler, Rumlar, Ermeniler yıllarca bu kentte barış ve dostluk içinde yaşamışlar, hatta akrabalık ilişkileri kuranlar bile olmuştu.
15 MAYIS 1919 SAAT 01.00
İzmir’in işgal edileceği artık kesinleşmişti. Türkler, hemen bir direniş cemiyeti kurmuşlar, liderliği üstlenen Köprülü Kazım, “Silah olarak kullanabileceğimiz ne varsa hepsini alıp getirin” demişti. Camilerden duyurular yapılmış, Bahribaba Parkın’a 40 bin kişiye yakın, genç, yaşlı direnişçi dolmuştu. Ateşler yakılmış, sabaha kadar neler yapılabileceği tartışılmıştı. Sabahın ilk ışıkları ile birlikte, Yenikale taraflarından İtilaf Devletlerin donanma gemileri görülmüştü. Direnişçiler Konak’a doğru yürümeye başlamışlardı. Sabahın erken saatlerinde yürekleri dağlayan görüntüler vardı İzmir’de. Gemilerle gelen 12 bin Yunan askeri karaya inmiş, Hristiyan azınlık zafer çığlıkları ile bu günü bir bayram havasında kutluyorlardı. Çığlıklara, Punto’daki Hristiyan azınlığın fabrikalarının düdükleri de katılmıştı. Karaya çıkan Yunan birliklerinin içinde 200’er kişiden oluşan Fransız ve Amerikan askerleri de vardı.
Kramer Palas önündeki bu büyük olayı izleyenler arasında Vali Kambur İzzet Paşa ve personeli de vardı. İngiliz subaylarının baskısı ile kalabalığın arasına gelmişler, ellerinde Yunan Bayraklarıyla “Vito Venizelos” diye bağırmaya mecbur edilmişlerdi. Onlar da aynı Rumlar gibi alkışlıyor, bağırıyorlardı…
Bir grup asker, uygun adımlarla Hükümet Konağına yürümüş, etrafı sarmışlardı. Rumlar da Konak’a gelmişler, Türk Bayrağı’nın indirip Yunan Bayrağı çekilerek İzmir’in teslim alınmasını izlemek istiyorlardı. Hükümet Konağının sağ cephesinde direnişçi Türkler gözyaşlarını tutamıyorlardı. Şu anda yapacakları hiçbir şey olmadığını görmüşlerdi. Hükümet Binasına girecek subaylar ve askerler hazırlıklarını sürdürürlerken gür bir ses, kalabalığın uğultusunu yırtarcasına etrafta yankılanmıştı. Bir genç adam, hükümetin tam karşısında, deniz tarafından ağır adımlarla ilerleyerek bağırıyordu:
-Durun bakalım! Böyle ellerinizi kollarınızı sallayarak nereye girdiğinizi zannediyorsunuz?
Bu genç ve aydınlık yüzlü adam, Hukuk-u Beşer Gazetesi’nin Başyazarı Hasan Tahsin’den başkası değildi. Elini beline götürdü, tabancasını çıkarttı ve ateş etmeye başladı. Sıra düzeninde bekleyen Yunan askerli çil yavrusu gibi dağılmışlardı. Hasan, toplu tabancasını yeniden doldurmaya koyuldu. Siper alma gereği duymamıştı. Karşı ateş başlamış, ortalık karışıvermişti. Vücuduna birkaç kurşun isabet etti. Sendeledi, elindeki tabancasını düşürdü. Son bir gayretle cebinde sakladığı el bombasını çıkarıp, Yunan birliklerinin üzerine fırlattı. El bombası yere yatmış Yunan askerlerinin hemen dibinde patladı. Tam o sırada Hasan, cansız bir şekilde yere yığılmıştı.
Bir süre sessizlik oldu. Yunan askerleri yavaş yavaş yattıkları yerlerden kalktılar ve Hasan Tahsin’e doğru giderek belki de onlarca kez ona ateş ettiler! Yetmedi, süngüleriyle onu delik deşik ettiler. Yunanlı subaylar ortaya çıkıp emirler yağdırmaya başladılar. İlk direniş kurşunu atılmış, Hasan Tahsin’in şehit edilmesi hem direnişin, hem de dünyanın bu güne kadar görmediği bir vahşetin başlangıcı olacaktı. Yunan askerlerinin insanlık dışı katliamları daha işgalin ikinci gününde iki binden fazla can almıştı. Çocuk, genç yaşlı demeden zalimce insanları öldürüyorlar, evleri basıp, yağmalıyorlardı. Yakın il ve ilçelerde bu katliamlar duyulmuş, direnişe katılanların sayısı artıyordu. Çevre ilçelerden yer yer çatışma haberleri geliyordu. Ancak bu gelişmelerden İstanbul Halkı’nın henüz haberi yoktu. Çünkü gazeteler İngilizler tarafından sansürleniyorlardı. Birkaç gün sonra İstanbul’da da olaylar duyulmaya başladığında halk sokaklara dökülecekti.
18 Mayıs Akşamüzeri, Darül Fünun (Üniversite) öğrencileri ve öğretim üyeleri 4 bin kişiyle bir toplantı yapmışlardı. Dr. Besim Ömer Paşa bu toplantıda şunları söyleyecekti: “ Felaket o kadar derindir ki; metühassis olmayan (Üzgün) ne bir Osmanlı, ne bir Müslüman Türk vardır! Darül Fünun bu milletin ruhu ve dinamiğidir. Hissiyatımızın ulviliği (Kutsallığı) şiddete zamanında makul teşebbüsler gerektirmektedir!”
Özgürlük fitili artık ateşlenmişti. İzmir’de ve İstanbul’da gösterilerin sonu gelmiyordu.
VAHDETTİN’E DİLEKÇE
19 Mayıs 1919 Pazartesi günü binlerce öğrenci, Fatih Belediye Binası önünde toplanmıştı. İşgal kuvvetleri telaşlanmışlar, paniğe kapılmışlardı. Göstericilerin üzerinde uçaklar uçurup onları korkutmaya çalışmışlar ancak topluluğa müdahale etmekten çekinmişlerdi. Göstericiler Akademisyen Halide Edip ile iki öğrenciyi temsilci seçmişler, Vahdettin’e bir dilekçe götürmüşlerdi. Bu dilekçede şunlar yazıyordu:
“Bizi kutsal beşiğimizden, aziz yurdumuzdan yoksun bırakmak isteyenlere son defa olarak göstermek istiyoruz ki; kalplerimiz çarptıkça burada yaşayacağız. Biz varız ve burada kalacağız” Aynı gün ABD Başkanı Wilson’a da bir telgraf çekmişler ve şu ifadelere yer vermişlerdi:
“Evet Reis Cenapları; Türkler öleceklerdir! Fakat hiçbir zaman alçakça değil, şeref ve namuslarıyla öleceklerdir!” Gösteri olmadığı gün, hemen hemen yoktu. Sultanahmet’e ise en son 200 bin kişinin katıldığı bir miting tertiplenmiş, Kurtuluş Savaşı’na katılma kararı verilmişti. Bu toplantıya Vahdettin’in cevabı ise hemen gösterileri yasaklamak olmuştu. Ama neye yarardı ki? İkiyüz bin kişi bir ağızdan haykırıyorlardı: “Ya istiklal, ya ölüm”
Yasaklama kararı mitingde toplananlara etki etmemişti. Osmanlı ve İngiliz askerleri müdahaleye giriştiler! Bir çok insan ölmesine rağmen, topluluğu dağıtamıyorlardı ve onlar da özellikle İngilizlerin üzerine saldırıyorlar ve kayıplar verdiriyorlardı.
Vahdettin sonunda İngilizler’e şu haberi gönderdi: İsyancıları teker teker tutuklatacağım ama, hayatımdan endişe ediyorum. Bunlar bana her türlü kötülüğü yaparlar. Beni korumak için tedbirler alırsanız bu işi yaparım. Ama İngilizler’in daha iyi bir fikri vardı. Bu toplantılara destek veren 67 Türk Devlet adamını tutuklamışlar, Malta’ya sürgün etmişlerdi. Aralarında birçok genç öğrenci bulunan büyük bir kalabalığı ise zindanlara atmışlardı.
Olaylar yatışmış gibi görünüyordu ama, insanlar bir ses bekliyorlardı… Bir lider bekliyorlardı…
Beklenen lider ise Anadolu’ya geçmiş, Samsun’a ayak basar basmaz, arkadaşlarına şöyle demişti: “Ortada Türk’ün barındığı bir anayurdu kalmıştır, onu da parçalayıp ele geçirmek istiyorlar. Osmanlı Devleti, Padişah, Halife, bunlar anlamsız sözlerdir! Bu durum karşısında bizim, Türkler’in iki seçeneği kalmıştır. Ya istiklal, ya ölüm”
Bu cümle İstiklal Harbinin sloganı olacak ve Bütün Anadolu’ya yayılacaktı.